BUKET UZUNER : BEN NEDEN 'BEN'İM' DE BEN 'SEN' DEĞİLİM
Lisedeyim. Bilenler bilir. Ankara’da, meşhur Hergele meydanından, Gençlik Parkı’na doğru süzülmekteyim.
Omzuma bir el değiyor belli belirsiz… arkamı dönüyorum Ayhan! Ama yani şimdi, Ayhan’ı
size nasıl anlatsım…
Ayhan’ın bir ela
gözleri…bir ela gözleri… bir ela gözleri var… Ne siz sorun, ne ben söyleyeyim...
“Gözlerini bir
kapatsana aşkım” diyor… Kapatıyorum…Ellerimi tutuyor… Sanırsınız avuçlarım ateş
alıyor... Öyle bir hal! Ayhan bu işte! Yangına körükle gidiyor… işkenceyi
uzatıyor… İtiraf edeyim, sonunda o büyük an geldi, dudaklarımı öpecek
zannediyorum! Heyhat!
Gelmemiş!
O gün daha ‘o gün’ değil(miş)…
Avuçlarıma dört köşeli
“bir şey” bırakıyor…
Eşşek değilim ya!
Anlıyorum… Bir kitap.
“Aç şimdi” diyor.
Açıyorum…
Kapağında şöyle
yazıyor: İki Yeşil Susamuru Anneleri Babaları Sevgilileri ve Diğerleri…
Öyleyse kayıtlara
geçsin.
Bukez Uzuner benim
“ilk aşk”ım.
En güzel ilk gençlik
anılarımda, hep başucumda duranım!
Şimdi, büyüdüm de,
O’nunla röportaj yaptım.
Hayat kendi kendine ne
güzel hikayeler kurguluyor Allahım!...
Kendinizle ilk tanışma anınızla başlayalım mı? Nerdesiniz? Kaç
yaşındasınız? O aynada göz göze geldiğiniz Buket Uzuner’in içindeki kuyudan neler çıktı? Zaafları… korkuları… hayalleri
nelerdi ?
- Bu tehlikeli bir soru benim için
Oya’cım; çünkü her hatırladığımda beni hala
ürperten bir yanıtı var bunun. Ama nasılsa
KafkaOkur Dergisi bunu açıklamaya uygun bir medya, o yüzden anlatabilirim.
Annemin benimle başa çıkamadığı zamanlarda ki; her annenin böyle bir çocuğu
vardır. "Sen zaten daha kardeşin
doğmadan beni korkutur, durup dururken 'ben neden benim de ben sen değilim?'
diye sorardın..." derdi. Kardeşim benden üç yıl üç ay küçük, hesap edin
artık. Küçük halam da geçen yıl bana "Sen küçükken bile çok mantıklıydın
ve konuşunca bizi korkuturdun!" dedi. Çocukken astronot ve denizaltı
kaptanı olmak isterdim.Asıl amacım maceralı bir hayatımın olmasıydı, çünkü canı
çok çabuk sıkılan çocuklardan biriydim.İlkokulda öğretmen aynı konuyu iki kez
anlatınca sıkılıp, teneffüste çıkıp, eve gelir, oturma odasında çok sevdiğim
ansiklopedi okurmaya dalarmışım. Annem beni derste zannederken evde oturmuş
kitap okurken bulunca yüreği ağzına gelir, beni de ürkütmemek için yumuşak bir
sesle: "Buket ne yapıyorsun sen burada kızım?" diye, sorarmış.
"Derste hep aynı şeyi tekrarlıyor öğretmen, sıkıldım!" dermişim.
Bunlar aile içine o kadar çok anlatıldı ki, şimdi artık dün yaşanmış gibi taze
anılar... Aslında kafama eseni yapmayı severdim ve belki de iyi öğretmenlere
denk düştüğüm, biraz da yüksek not heveslisi, iddialı bir öğrenci olduğum için
hiç disipline gönderilmeden okulları bitirebildim. Sanırım yazarların ve
gezginlerin sıkılmaya fırsat bulmayacak kadar maceralı hayatları olduğunu taa o
zamanlar sezmeye başlamışım...
Kalemle kurduğunuz ilk romantik ilişkiden ne doğmuştu peki? Şiir, kısa
hikaye, roman?
- Kalemi
burada analoji için kullanıyor, edebiyatı kastediyorsun anlıyorum; ama ben yazı
yazma eylemini de çok seven bir yazar olduğum için bu soruyu direkt kalem
üzerinden yanıtlayacağım. Roman ve öykülerimin ilk yazımını dolma kalemle defterlere el yazması yaparım.
Bu bazen 1800-2200 sayfa olur.Sonra onları ilk editöryal çalışmasıyla
bilgisayara çekerim. Her ne kadar artık bilgisayar bile değil, tableti de
yazmak için kullanmak, teknofil olmak bir yana kalem aslında tarihin en önemli
icadı, çivi ile klavye tuşu arasında en uzun süre kullanılmış yazı aracıdır.
Babamın dolma kalemini akşamları ılık su banyosunda bir bebek gibi temizleme
törenlerinde beni asistanı yapmasından gurur duyan bir çocuktum. "Bir
kadının eline en yakışan leke mürekkeptir!" diyen babamın da etkisiyle
hala bir dolmakalem fanatiğiyim. Mürekkep, duygu ve düşünceleri beyinden kaleme
akıtan kan
gibi sıvıdır ve kağıtla buluştuğunda şehvetli bir öpüşmeye benzer, heyecanla
yazıya dönüşür, benim gözümde... Yani kalem sadece kalem değildir, hiç
olmadı benim için. Sorunun gerçek yanıtıysa şöyle: yazmaya öyküyle
başladım, ilk kitaplarımın hepsi öykülerdir. İlk romanım "İki Yeşil
Susamuru, Anneleri Babaları, Sevgilileri ve Diğerleri"ni endişeli bir
merakla yazmıştım.
“Şiirin kız kardeşi hikaye” yse romanın onlarla akrabalık derecesi ne
peki? Mesela anneleri olabilir mi?
-“Şiirin Kızkardeşi Öykü" bir
novella bence... Öykü kadar kısa değil, roman kadar da uzun sayılmaz... Buna
rağmen romanı uzunluğu/ kelime sayısıyla
- neredeyse kiloyla- tanımlamaktan yana değilim. Roman, içinde pek çok öykü
bulunduran bir edebiyat türüdür.Bence. İyi romancı, onlarca hikayeyi okurun
diline/ tenine batmadan birbiriyle içiçe dizen, düzenleyen,kesip biçen ve
dikebilen bir sihirbazdır.Öykü/ hikâye, sözcüklerle yapılan ince tasarım,
mücevhercilik sanatıdır.Bu yüzden “Şiirin Kızkardeşidir Öykü” Oysa roman bir
kurgu sanatıdır. İyi romancı iyi bir
mimara benzer. Bir mimar nasıl çizdiği merdiven, pencere, kapıların estetik
güzelliği kadaronları yerleştirdiği evin içindeki hayat ve insanla rahatça
yaşabilmesine önem verirse, yazar da romanın içindeki hikayelerini öyle akıcı
ve doğal biçimde yerleştirir.
Peki içgüdüsel midir sizce yazma dürtüsü? Yazarlık öğrenilebilen bir şey
midir? Yoksa yetenek mi?
Yazarlığın okulu yoktur! Bunu
"yazı atölyeleri"nde de sık sık söylerim. Edebiyatın, hatta sanatın
özü hikaye edebilmektir ve insan ancak hikayeci olarak doğar. Hikayecilik
sonradan öğrenilmez. Edebiyatçının yazardan farkı burada yatar.Her kitap yazana
yazar denebilir ama her yazar hikayeci değildir, bu yüzden her kitap da
edebiyat eseri sayılmaz.Burada edebiyatı
ve edebiyatçıyı kutsamak gibi bir tavrım yok. Şunu söylemeye çalışıyorum: nasıl
bazı insanlar müzik kulağıyla, perspektif gözüyle, lastik gibi bedenle doğuyorsa,
bazılarımız da hikâyeci (story teller) olarak doğuyoruz. Eski meddahlar, Manas
Destancıları, hatta şamanlar, kamlar… Okul kitaplarımızda yazıyor: “Dede Korkud
bir KAMdı, ozandı” diyor. Dede Korkud Şamandı, şairdi, öyle doğdu diyor işte!
Şimdi söyleyeceklerim genç yazarlar için çok önemli, çünkü doğuştan hikayeci olmak, edebiyatçı olmaya tek başına
yetmez, yetmiyor. Burada iyi okur olmak da devreye giriyor ve işte okullar,
atölyeler/workshoplar burada işe yarıyor.Tıpkı
karnımızı"fast food" veya ev yemeği/ doğal yiyecekle doyurmak tercihlerimiz
gibi, zihnimizi de iyi kitaplarla beslenme şansımızvardır. Bu bilinci okullar,
atölyeler bize kazandırabilir.İşte “Şiirin KızKardeşi Öykü” ve “SU” romanında yazdığım o şimdi ünlü cümledeki
gibi “Hayatta en büyük mucize gençken
iyi bir öğretmene rastlamaktır!”
Yıl 1993 “Balık İzlerinin Sesi” romanınız Yunus Nadi Roman Ödülü’ne
layık görülüyor… Öğrendiğiniz ilk anı hatırlıyor musunuz? Neler hissetmiştiniz?
- Çok iyi hatırlıyorum.Çünkü bir yıl
önce, ilk romanım "İki Yeşil Susamuru" ile katıldığım Yunus Nasi
Roman Ödülü'nde "yılın romanı" ödülünü aynı sayfada ' olay' ve
'hadise' kelimesini kullandığım için
bana vermediklerini söyleyen bir jüri üyesinin roman kriterine pek bozulmuş
genç bir yazardım. 1993'de ödüller açıklanmadan önce beni arayıp, roman ödülünü
iki roman arasında paylaştırdıklarını haber verdiler. "Balık İzlerinin
Sesi" ile "Kedi
Mektupları" Balık ve kedi ironisüne dikkat
çekerim! Yazarın adı Oya Baydar
idi ve ben onun adını daha önce hiç duymamıştım. Oysa onsekiz yaşından beri
Attila İlhan'ın çevresinde edebiyat dünyasıyla tanışmış, o zamanlar önce
edebiyat dergilerinden geçerek kitapları yayımlanan genç ve usta tüm
yazarlardan haberdar olan cin gibi bir kızdım. Oya Hanım'ın uzun yıllar
Almanya'da yaşamış, siyasi söylemi güçlü bir akademisyen olduğunu
söylediler.Ben gençliğin de vermiş olduğu cesaretle buna karşı çıktım. Hala
edebiyat ödüllerinin paylaştırılmasına karşıyım. Bu yanlıştır, eğer çok iyi iki eser
varsa edebiyat kriterlerine göre değerlendirme yeniden yapılabilir, ikinci
kitaba da farklı bir mödül verilebilir. Neyse, o gün telefonda adamakıllı
bağırdığımı hatırlıyorum. Bunun Oya Baydar'la bir ilgisi yoktu elbet, ben
hayatımın en önemli ilk edebiyat ödülünü paylaşmak istemiyordum ve protesto etmek için ödül törenine
gitmedim. Tıpkı anne ve babalar gibi her
yazarın çocukları arasında
kendine en çok benzeyen bir tanesi vardır. "Balık İzlerinin Sesi" de
benim en çok kendime benzeyen romanımdır. Aynı zamanda en az okunan romanımdır.
Her yıl onun 20 yıl sonra anlaşılacağını düşünürüm, bu sayı henüz 19'a inmedi!
“Marifet iltifata tabidir” sözünün karşılığı yazar için nedir? Yazar
kendi için mi yazar, okuyucu için mi? Buket Uzuner kim ya da ne için yazıyor?
Yazmak, yazdıklarımı yayınlamadığım
zamanlardan beri benim kişisel ve toplumsal sorunlarıma şifa oluyor. Hani
yaraya sürülen bildiğiniz merhem misali, yazdıkça meseleleri kafamda çözmeye, o
konuda biraz huzur bulmaya ve azıcık nefes almaya başlıyorum. Örneğin,
1990’larda-tıpkı şimdiki gibi- hergün haberlerde ölen gençlerin sayılarıyla ve
Bosna’daki katliamlarla içimiz ve dışımızın kan ağladığı dönemde bir iç savaş romanı
olan “Kumral Ada-Mavi Tuna”yı yazmaya başladım. Beş yıla yakın çalıştığım
roman- ben 3-5 yıldan kısa sürede roman yazamam- aşkı da bir içsavaş metaforu
olarak kullanan, bugüne kadar on dile çevrilmiş ve yarım milyondan fazla okura
ulaşmış, halen baskıları devam eden
bir kitap oldu. Benim için bu da kuşkusuz önemli ama yazarken bana ettiği
yardımın değeri başka birşeyle ölçülemez. Bence sanat, sanatçının öncelikle
kendisi için yaptığı bir eylemdir.Bu, sanatın doğasındadır, sanat bireyseldir.
Kitaplarınız arasında gezi hikayelerinizin de hiç yadsınmayacak bir payı
var. Marquez’in meşhur sözünü biraz tahrip
ederek sormak istiyorum. Yazmak için mi geziyorsunuz, keşfetmek için mi?
- Seyahat benim için yazmak kadar yaşamsal bir eylem. Dünyayı
ve başka kültürleri merak edip, tanımak fikri, benim gibi maceraya düşkün bir genç kız için
zaten baştan çıkartıcı müthiş bir motivasyondu. Ancak seyahat sırasında seyyahın/gezginin
aslında en çok kendisini arayıp, keşfetmeye ve tanımaya başladığını zamanla
farkına vardım.Hayat da kendimizi tanımak ve gerçekleştirmek için yapılan bir
seyahatin adı değilse nedir zaten?
Balık İzlerinin Sesi, İki Yeşil Susamuru, Kumral Ada Mavi Tuna, Uzun
Beyaz Bulut-Gelibolu, Su… Kitap adlarınızı yan yana koyunca yazdığınız bütün
hikayelerinin kenarından hep bir su akıyor sanki… Üzerine hiç düşündüğünüz bir
şey mi? Bir tesadüften mi ibaret?
(Gülüyor…) Dikkatli Oya! Evet, çok doğru bir
saptama! Hayvan sembolleri ve Su benim yazı serüvenimin en önemli ögeleri. Su
hayatın başlangıcı ve devamlılığı için ilk element. Ama aslında bu soruyu bir psikiyatrist ve
edebiyat tarihçisi benden daha iyi yanıtlar herhalde…
Peki, büyük marketlerde domates reyonunu hemen geçince karşımıza çıkan
kitap reyonları ne hissettiriyor size? Sırf kolay ulaşılabilirlik adına doğru
bir şey mi sizce?
-
Eskiden ben de kitabın marketlerde
satılmasını bayağı bulur, yazıya saygısızlık olarak görürdüm. Ne zaman anne
oldum ve özellikle doğumdan sonraki ilk yıl, bir bebeğe bakmanın dünyanın en
ama en zor ve sorumluluk isteyen işi olduğunu, o sırada değil kitapçıya çıkmak,
saç yıkamanın bile büyük zaman lüksü olduğunu her anne gibi öğrendim, aceleyle
en yakın markette alışverişe çıktığımda, çabucak önünden geçilen o kitap reyonlarına
duyduğum şükranı bugün gibi hatırlarım. Market raflarında satılan kitaplar
hayatında kitapçıya gitmemiş ya da gidememiş insanlara hizmet sunuyor.
Babannemin dediği gibi “Altın yere düşmekle değer kaybetmez!”
Hikaye bu ya… Anadolu’da, bir köy okulunda, ilkokula giden 10 yaşlarında
bir kız çocuğu bu söyleşimize denk gelmiş olsun. Biz de ona “Buket Uzuner’in sana selamı var” diye
başlamış olalım söze…
Onlara, kendi koşullarınızı
unutmadan gelecek için kendinize ait hayat hayalleri kurun derim. Ailesinin
okula gönderdiği kızlar için her zaman kendilerine ait bir hayat kurma ümidi
var. Okula gidemeyen, gönderilmeyen kızların çocuk gelin olarak
hayatlarının söndürülmesine yazarın tek başına bir çare bulması olanaksız.Buna
hep beraber çözüm üreteceğiz. O kızların anne ve babalarına kızların okuması,
meslek ve bağımsızlık kazanmasının gurur verici, onurlu bir süreç, ekonomik
olarak da kazançlı olduğu anlatılacak. Kadınlar üzerinden namus-şeref
anlayışının bir yalancılık oyunu olduğu anlatılacak! Anlatılacak! Çünkü kadın
cinayetleri ve çocuk evlilikleri memleketimizin ve dünyamızın başındaki en
büyük beladır.Hep beraber fasıllarda neşeyle söylediğimiz “Henüz girmiş on üç-
ondört yaşına/ Gözleri sürmeli köylü güzeli” şarkı- türkülerinden çocuk pornosu
kılıklı şiir/güftelerden başlamaya ne dersiniz?
Son olarak Bukez Uzuner okuyucuları için bir müjde istiyoruz! Yeni kitap
ne zaman geliyor? Hikayesi belli mi?
- Önce İnsaf ama Oya! derim. “Toprak” yayımlanalı sadece üç ay
oldu, biraz gazeteci Defne Kaman’I rahat bıraksak ve Toprak üzerine konuşsak,
hazmetsek diyordum…Ama tabii sen de haklısın, yazar da yazmadan duramaz. Elimde
öncelikle “Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları”nın üçüncü romanı “ HAVA” var. Bu,
iki veya üç yılda okura ulaşır ama arada sürpriz bir onüç-ondört yaş (!) ilkgençlik kitabı var, adı “Ah Bir Kedi
Olsam!” Onu yılbaşına okurla
buluşturabilirim diye umuyorum. Bir de “Cervantes’in İzinde İspanya Gezi
Defteri” var sırada… Senin anlayacağın yolculuk devam ediyor… Her anlamda!
önemli not: Röportaj yazılı olarak KafkaOkur eylül-ekim sayısında yayınlanmıştır. Önce dergiden sonra buradan okuyun :))
BUKET UZUNER ne guzel bir insan :)
YanıtlaSilÖnce şu "Hergele Meydanı"ndan başlayacağım. Ben de hep öyle sanmıştım uzun yıllar ve daha bi'çok kişi de öyle sanıyor Meydan'a bir hergelelik izafe ederek ama oranın gerçek adı, "Hergelen Meydanı". Eski Ankara'nın merkezi olan Ulus'ta, hayatın döndüğü yermiş orası.
YanıtlaSilYazıya geçeyim neyse.
Daha ilk soruya verdiği cevapla, yazının tamamına karşı olan iştahımı kaçırdı Uzuner ve ikinci soruya verdiği cevapla da noktayı koydurdu bana. Sizin, hazırladığınız mükemmellik düzeyindeki sorulara aynı mükemmellikle cevap verememiş maalesef.
Birincide cevaba başlarken kurduğu o ilk cümle pek gereksiz olmuş. Yersiz bir bilgiçlik taslama gibi duruyor orada. Hem, bana kalırsa orada analoji de yok, "kişileştirme" var. Verilecek cevabı, süsleyerek uzatmanın başka yolları da vardı elbette.
İkincide de öyle... Soru şahane, cevap daha başlangıçta fena! "-Şiirin Kızkardeşi Öykü" bir novella bence..." Ne bu! Novella bir edebi tür ama burada öyle bir cümle kurmuş ki! Sanki sizi düzeltme kaygısı taşıyor gibi... Hiç çekemeyeceğim açıkçası, "Karayel Hüznü gibi çöktü üzerime Uzuner.