MEHMET Y.YILMAZ: HAYATIMIN EN MUTLU GÜNÜNÜ BİLİYORUM!

Sizde nasıl oluyor bilmiyorum. Bir şeyi çok istemek bende tuhaf etkiler yaratıyor. Olmadık rüyalar görüyorum.  Ruhum bir çeşit astral seyahatlere çıkıyor. Gerçeği olana kadar o "şeyi" ben aslında defalarca deneyimliyorum sanki. Bazılarında başarılı oluyorum, bazıları olmuyor tabi. Mehmet Y.Yılmaz'la röportaj yapmak çook istediğim bir şeydi. O düşünceyle yatıp o düşünceyle kalkıyordum. Hani Gündoğarken'in o güzel şarkısındaki gibi,  "Bambaşka bir şeyi düşünürken aklımdasın" hali. Bir hedefe kitlenince aynen öyle oluyorum ben işte. Kitap okurken, en yakın arkadaşımla telefonda konuşurken, köpeğimi gezdirirken, birine kızarken, ötekine  gülerken aklımın bir tarafı hep "orada" oluyor. Soruların yerlerini değiştiriyorum kafamda.Cevaplarını hayal ediyorum..."şöyle derse şunu  da sorarım" diyorum. Hadi oradan! :) Ne mümkün! Hemen her şeyde olduğu gibi gerçeği hayal ettiğin gibi olmuyor tabi. Kalbin bilmem kaça depar yapmış gidiyorken neyi ne kadar doğru yapabilirsin ki. İtiraf etmeliyim ki çok zorlandım.  Bir kere çok net cevaplar veriyor Mehmet Y. Yılmaz. Topu öyle kolay kolay sana geri göndermiyor yani. E bir de serde acemilik varsa zorlanıyorsunuz haliyle. Hepsini geçtim zaten gerçekleştirene kadar canım çıktı. O hep ya yurtdışındaydı, ya da çok yoğundu. Bütün iletişim kanallarını ağlattım. Bulduğum her mecradan yazdım. Gece uykuya dalarken kafama yorganı çekip "Allahım Lütfen yaa! Lütfen" diyordum. Lütfetti!!  Tüm kalbimle çook teşekkür ediyorum.
Buyrunuz...

Hayatımın en mutlu günüymüş, bilmiyordum!” diye başlamış olsanız söze,  cümlenin devamı nasıl gelirdi?

-Hayatımın en mutlu gününü biliyorum. Kızımın doğduğu gün.  Sonradan düşünerek bulduğum ya da farkına vardığım bir şey değil.  O gün farkındaydım zaten çok iyi bir şey olduğunun.

Neler hissetmiştiniz? 

-Kendimi büyümüş hissetmiştim. Sonra biraz korkmuştum,  "nasıl bakarım nasıl büyütürüm" diye. Ama çok mutluydum!

Kaç yaşındaydınız? 

32 yaşındaydım. 

Peki şu an çocukluk ve ilk gençlik hayallerinin büyük bir çoğunluğunu gerçekleştirmiş bir insan mı duruyor karşımızda? Yoksa açıp bakabilsek “vah-tüh”lerin kapladığı alan daha mı geniştir içinizde? 

-Valla düşündüğüm hemen her şeyi yaptım. Aklımda kalan herhangi bir "keşke" yok. Otuz tane dergi çıkardım, dört tane gazete çıkardım. Bir  gazetede Genel Yayın Yönetmenliği yaptım. Köşe yazarı odum. Bir gazeteci olarak yapabileceklerimin maksimumunu yaptım diye düşünüyorum.  Bir de film çekseydim iyi olurdu belki ama;  filmci değilim.

O merak nereden?

 -Seviyorum...çok severim film izlemeyi.  

Eski yazılarınızı derlediğiniz “Ben kırmızıyı seçtim aşk mavinin altındaydı”adlı kitabınızda “41 yıl bana ne öğretti?”diye başlayan bir bölüm var. Aynı listeyi bugün yapmış olsanız,  liste çok değişir miydi? Mesela özellikle iş hayatında JR'lığın daha çok pirim getirdiğine hala inanıyor musunuz?

-Evet daha çok prim getirdiğine hala inanıyorum ama;  yapabileceğim hiç bir şey olmadığını öğrendim. O günden bugüne,  geçen zaman içinde bunu gördüm. Benim yapabileceğim bir şey değil.  
Peki bir dönem ya da bir an için bile olsa,  kendinizi JR' lık yaparken suçüstü yakaladınız mı hiç?

-Yapmadım! Yapmama da hiç gerek kalmadı zaten.  

Peki JR'lık daha pirim getiren bir şeyse siz kendi başarınızı neye bağlıyorsunuz bu anlamda? 

- Başarılı olabilmek için çok fazla bir seçeneğiniz yok zaten. Ya çok iyi çalışacaksınız ya da iyi JR'lık yapacaksınız. Ben birincisini seçtim. Sonra insanlarla iyi ilişkiler kurabilmiş olmam, arkadaş olabilmiş olmam ve en nihayetinde toplumu iyi tanıyabilmiş olmama bağlıyorum. Toplumu iyi tanıdığım için de yaptığım yayınlar başarılı oldu. Budur bence.

Aynı listede “Eşinizin ya da sevgilinizin ne kadar mükemmel bir insan olduğunu başkalarına değil,  ona söyleyin” diyorsunuz. Bu cümledeki emniyet kilidi tam olarak nedir? Bu durum ilişkide neyi daha sağlam hale getirir?

-Ben bunu daha ziyade erkekler için söylemiştim. Bir kadınla berabersen ve o kadını gerçekten çok seviyorsan bunu ona söylüyor, hissettirebiliyor olman lazım ki sonradan pişman olacağın şeylerle karşılaşmayasın. Erkekler genellikle bunu kolay ifade edemezler. Edemedikleri için de karşısındaki insan yeterince sevilmediğini hisseder. Bu durum da bir süre sonra ilişkiyi zehirler. Buna meydan vermek istemiyorsanız hislerinizi karşınızdaki insanla paylaşın diyorum. 

İzlediğim bir Godard  (A bout De Souffle) filminde  şöyle bir diyalog geçiyor. Erkek kadına soruyor “Korkuyor musun?”  Kadın cevap veriyor. “Korkmak için çok geç!” Hükümetle Doğan grubu’nun yaşadığı gerginlik de biraz böyle bir durumun sonucu mu? Bugün başa dönülse daha farklı bir tutum izlenir miydi sizce?

-Hükümetle Doğan grubu arasında açık bir problem olduğunu düşünmüyorum. Ama medyanın genel olarak baskı altında tutulmak istenmesinden kaynaklanan bazı problemler var; oluyor... Başa da dönülse bir şey değişmezdi. Çünkü bu  kurum gazetecilik yapan bir kurum.  Habercilik yapıyor, gazeteleri TV'leri var.  Bunu yaparken marifet, olanı en gerçek haliyle sunmak. Bizim işimiz bu, topluma ayna tutmak! O aynada ne varsa onun  yansıtılması gerekir. Ama  "o onun hoşuna gider, bu bunun hoşuna gitmez" diye sansür yapmaya başlarsak işimizi yapamaz hale geliriz. Bu kurumlar bu işle ayakta kaldıkları için bunu yapmaya devam ederler. Bunu yaparken de, gerektiğinde değişmesi gereken tutum, demokratik ülkelerde,  hükümetlerin tutumudur. Özgür medyaya tahammül edebilmeleri gerekir!

Hazır bunu konuşmuşken, bir arkadaşım bir gün şöyle bir yorum yapmıştı. "Mesela bir Sözcü gazetesi'ne hükümetin senden benden daha çok ihtiyacı var. Bütün bunlar danışıklı dövüş aslında!" Böyle bir fikir karşısında siz ne söylerdiniz? 

-Tek kelimeyle "fantezi" diyeceğim.

O kadar net mi? 

-Kesinlikle. Böyle bir danışıklı dövüş olmaz. 

Ülkenin geleceğiyle ilgili ağzını açan hemen herkes çok karamsar. Hakikaten “dönülmez akşamın ufkunda mıyız?” Bu konuda  ne düşünüyorsunuz?

-Ben karamsar değilim. Türkiye cumhuriyetinin 90 yıllık bir geçmişi var. İnsan hayatı için belki  uzun bir süre ama;  bir yönetim şekli için çocukluk dönemini yaşıyor. Karamsar olmak için bir sebep olduğunu düşünmüyorum. Çok daha zor şartlardan geçmiş bir devletten bahsediyoruz. İnsanlarını yetiştirmeyi başarmış,  kadrolarını kurmuş bir devlet. Böyle herhangi bir iktidar değişikliği ile, on yıllık bir yönetimle değişecek bir gelecekten bahsedemeyiz.  

Refik Halid Karay’ın “Doğuştan Kadıncıl” kitabında bir yazısı var. Diyor ki orada “Zaten kadın dediğin nedir? Erkekleşememiş bir erkek taslağı, yarıda kalmış bir erkek değil midir? (...) Kısacası kadın muvaffak olamamış bir cins erkektir!”  Yıllarca kadınlarla ilgili sayısız yazı yazmış bir yazar olarak,  böyle bir düşünceye karşı iki çift laf etmenizi istesem…

-Tam da iki kelime ile cevap vereyim o zaman. Deli saçması.

Açıkçası ben ilk okuduğumda dehşete düşmüştüm. Sonra acaba burada benim zekamın yetmediği bir ironi filan mı var diye düşündüm. 

-Yok, hiç bir ironi falan yok burada. Dediğim gibi iki kelimeyle "deli saçması" olmuş bu. Üstüne konuşmaya bile değmez.

“Aşk eylemi bir seçme ve seçilme sürecidir !” demişsiniz. Peki başlayacak bir ilişkide sizce hangi taraf daha şanslıdır. Seçen ya da seçilen taraf olmak karşı tarafa bir rüşt sağlar mı ?

-Orada iki  taraf da bir tercih ortaya koyuyor. Bir ilişki başka türlü başlamaz. Tek taraflı bir seçim değil o. Evet başlangıç noktasında iki taraftan birinin bir insiyatif alması gerekir fakat; özünde her iki taraf için de o seçim söz konusu. Ha ama; o insiyatifi alan tarafın durumunu soruyorsun sen, onun da ilişki içersindeyken çok belirleyici bir şey  olacağını sanmıyorum.  

Hayatınız boyunca en az mesleğiniz kadar istikrar gösterdiğiniz bir şey daha sorsam... Var  mı?

(gülüyor...)

-Yok. 

Bir yerde şöyle bir cümle okumuştum. “Bir insanın bir insana verebileceğin en kıymetli şey zamanıdır” diyordu. Doğru olduğunu kabul edecek olsak, siz o en kıymetli şeyinizi neye ya da kime verdiniz? Bugünki aklınızla başa dönme şansınız olsa,  gene verir miydiniz?

-Zamanı insan sevdiklerine vermeli önce,  onu verdiğimi düşünüyorum. İşine vermeli seviyorsa eğer, onu da verdiğimi düşünüyorum. Geriye dönüp şuna daha çok zaman ayırsaydım diyeceğim bir şey yok. Ama kızımın ilk doğduğu zamanlarda daha yoğun çalışıyordum mesela;  ama o zaman,  o şartlarda bile iyi zaman ayırabildiğimi düşünüyorum. 

“Çelimsiz profosör kaslı ameleden daha iyi sevişir” demişsiniz. Ben de bir kadın dergisinde bir araştırma sonucu olarak verilen şöyle bir haber okumuştum. "Fantezi dünyası en geniş insanlar köylülerdir. Bir insanın cinselliği ne kadar baskı altındaysa, fantezi dünyası o kadar geniştir" diyordu...

-Bence her şey beyinde olup biter. Cinsellik de aşk da insanın beyninde doğar ve gelişir. Eğer beynini kullanma alışkanlığın yoksa,  burada başarılı olma şansın zaten sıfır. Neticede düşünen insan fantezi kurar. Baskı altında olmasının daha iyi sonuç doğurma kısmına gelince, onu da o kadar iyi bilemeyiz. Belki orada daha renkli bir seks hayatı var. Bilmiyoruz... 

Demin bahsettiğim Godard filminden başka bir diyalog. “Acıyla hiçlik arasında bir şey seçsem acıyı seçerdim” diyor kadın. “Ben hiçliği seçerdim; acı çok ortalama bir şey” diyor adam. Siz hangisini seçerdiniz?

-Böyle bir tercih yapmak zorunda mıyım?

Kalsanız diyelim...


-Hiçlikten kasıt ne? Eğer hayatta hiç olmamaksa; biraz acıya katlanıp hayatta olmayı tercih ederim.

Kadınlarla ilişkilerinizde manevi hesapları genelde kim kapatır?  

-Şimdi bu tek taraflı bir hesap ilişkisi değildir.  Hesap açık kalıyorsa iki taraf için de açık kalır. Kapanmışsa birlikte kapatılır. Bir kişinin ben bu hesabı kapattım demesiyle kapanmaz diye düşünüyorum. Dolayısıyla birlikte öderiz. 

Duymaktan asla bıkmayacağınız bir kadın yalanı istesem?

-Seni seviyorum...

Hep  kesin sonuç aldığınız iyi bir erkek yalanı?

-Seni seviyorum....

Lise yıllarınızda yatağa uzandığınızda hayal ettiğiniz o kadın kimdi?

Sophia Loren' le Elizabeth Taylor  arası bir kadındı.  

O kadın bu gece rüyanıza girecek, saçlarınızı okşayacak ve diyecek ki “ Sende hicran yarasından derin yara mı var Mehmet?” Ne diyeceksiniz ona?

-Yok derim. 

Son soru: Mehmet Yılmaz (hem iş hem özel yaşamında) çoğunlukla  kazanmaya mı,  mutlu olmaya mı oynadı?

-Mutlu olmayı tercih ettim hep. Kazanmayı da istedim elbette ama; önceliğim mutlu olmaktı.



Yorumlar

  1. Cevaplar değil, sorular harika... Müthiş hatta. Cevaplar sığ... Çok hem de. Sorularını hak etmemiş cevaplar olmuş.
    Sonra "o kadın"a verilen cevap... Bence, hayali kurulan kadının sorduğunu gözden kaçırarak vermiş cevabı ve kendi hicran yarasını açık etmiş ki bu da özel hayatına dair söylediği mutluluk sözlerini bi'parça boşa çıkartıyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Henüz o bunu bilmiyor ama; ölmezsem Mehmet Yılmaz'la bir röportaj daha yapacağım mutlaka! :)) Ama üç yıl ama beş yıl sonra! En azından yapmak için damın toprağını yıkacağım yani! :))) O kadar azimliyim. Gerçekleştirebilirsem bunun rövanşını alacağım kendisinden Çınar. Yani konuşturmak anlamında. Şans dile bana :)) Çok samimiydi ama konuşturması hiç kolay bir insan değil. E benim de henüz emekleme aşamasında olduğumu düşünürsek... :) Soruları çok beğenmiş olmana çok mutlu oldum ama. Teşekkür ederim...Her röportajıma aşkla hazırlanıyorum ama; bunda kendi sınırlarımı biraz daha zorladığım doğrudur! Yansımışsa ne güzel :)

      Sil
  2. Bana, okuyucu olarak Sayın Yılmaz ile bir röportaj yetti doğrusu. Daha derin cevaplar beklemem kendisinden. Misal, Doğuştan Kadıncıl'ı okumamış bile bence. Okumamış olabilir, zorunlu değil eğer hakkında hüküm vermiyorsanız. Refik Halit'i, kadın özgürleşmesinin bugün geldiği -Türkiye açısından baktığımızda hâlâ gelemediği- noktaya odaklanıp da "Deli saçması" demek kolay. Oysa gerekli olan, bu sözü ve yazarı, kendi döneminin gerçekliği ile değerlendirmek. Elbette ki Karay'ın bakış açısında eleştirilecek çok şey bulunabilir ama bugün gelinen noktadan, bu kadar da insafsızca olmamalı bu.
    Bu arada, dağda olup da medeniyeti terk ettiğim şu üç-beş günde yazılar yığılmıştır sanıyordum ama yanılmışım ;)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. :)) Sen şahane bir okuyucusun Çınar! Bir yazıya, habere röportaja ya da artık her heyse, iyi ya da kötü demek başka gerçekten ne söylendiğine ne anlatıldığına bakmak onu yorumlamak çok başka! Uzun zamandır senin kadar "derin" ve "sorgulayan" bir okuyucu da demeyeceğim bir insana da rastlamadım itiraf edeyim ki. Yığıl(ama)ma konusuna gelince, kafam biraz tadilat aşamısında galiba. Ama geçecek! :) Güven bana. İlgin ve farkındalığın için de çok teşekkür ederim...Gerçekten harikasın!

      Sil
  3. Montaigne; "Kendini olduğundan az göstermek, alçak gönüllülük değil, budalalıktır; kendine değerinden az paha biçmek korkaklıktır..." der. O sebeple, hakkımda söylediğiniz ve zarafetinizin nişanesi olan şeyleri, teşekkürle kabul ediyorum :)
    Öte yandan, Sayın Yılmaz ile yapmayı düşündüğünüz ikinci röportaj ile ilgili bir şeyi aklımdan geçirmiş olmakla birlikte yazmayı unutmuş olduğumu gördüm. Sayın Yılmaz'ın üç fotoğrafı var ve üçünde de, ayakta ve/veya otururken, kol kavuşturmuş. Beden dili de, ikinci bir ziyareti anlamsız kılıyor bence :)
    Gelelim "kafa tadilatı" mevzusuna... Bunun için, rutinin terk edilmesi elzem sanki. Rutinin kıskacında zor gibi bu, hatta imkânsız. Ferrari'yi satacak hâle gelmek için, Himalayalara çıkmak gerek yani. Şehirde bilge olmak zor :) O sebeple, tüm şartları hazırlayıp, kurtulun rutinden ve tamiratı gerçekleştirin hadi.Aynısını yaptım ben de... Bursa'ya yaptığım çalışma ziyaretini üç-dört gün erken başlattım ve bu ilk günleri Dağ'da, sabahtan akşama dek neredeyse aralıksız kayarak geçirdim. Hiç bu kadar uzun zaman ayırmamıştım son zamanlarda kendime, kendimi her şeyden soyutlayıp. Bedenim yorulsa da, ruha detoks uyguladım adeta ve bi'kez daha anladım ki, mekân ve yöntem farklı farklı olsa da, bunu sık yapmak gerekiyor, tazelenmek için.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

hoşgeldiniz

Bu blogdaki popüler yayınlar

Peki'yi kim icat etti?

ERTUĞRUL ÖZKÖK: CENAZEM KİLİSEDEN KALDIRILSIN İSTİYORUM!

Rötarlı: Grinin Elli Tonu