Kayıtlar

Ekim, 2014 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Var mısın? Çin Seddini yıkalım!...

Resim
Ben senin,  en sevdiğin montunun iç cebindeki yırtığı, sırtındaki tırnak izlerinin kimden kaldığını, serçe ayak parmağının üstünde niye tırnak çıkmadığını, ahh! o geri zekalı veletin yanında sevişirken nasıl gaz kaçırdığını, utancından nasıl günlerce depresyonlardan depresyon beğendiğini, Mehmet öldüğünde en çok neyini götürdüğünü, aslında hiç aşık olmadığın o gerizekalının bir başkasıyla birlikte olduğunu öğrendiğinde, egon azcık tahriş edilince neler yapabileceğini ve dahi neler-i-ni gördüm...biliyorum... Hiç burdan bakmak gelmemişti aklıma! Bütün bunlardan çok daha fazlasını anlattığında bana, hala farkında değildim demek ki. O yüzden galiba, hani o gün  dedim ya sana " Biliyor musun? ben bütün bu anlattıklarında en çok neye takıldım? Ben olsam galiba sana bu kadarını anlatamazdım!  Karşımda nasıl bu kadar rahat soyundun???" Demiştin ki "eğer sana bunu anlatmasaydım,  bu ikimizin arasında hep bir duvar olarak duracaktı. Çin Seddi gibi! ben seninle aramda öyl

Uzayan heyecanlardan bir bok olmaz!?

Resim
Korkuyu Beklerken'de altını kanırta kanırta çizdiğim bir bölüm vardı. Diyor ki Oğuz Atay orda  "İyi şeyler birden bire olur. Bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan ya kötü şeyler çıkar. Ya da hiç bir şey çıkmaz. " Ben bunu kafama kısaca şöyle yerleştirmiştim. Uzayan heyecanlardan bir bok olmaz, güzel şeyler hep çabucak olur! Sonra da kendimi buna kayıtsız şartsız inandırdım. O kadar içselleştirdim ki hayat mottolarımdan biri haline getirdim. Bir ara düşündüm üstüne aslında. Ben dünyanın en iyimser insanlarından biriyim. Buna böyle körü körüne inanmaya niye o kadar ihtiyaç duydum ki!? Sonra buldum cevabını. Yüzde yüz değilse de gerçeğe en yaklaşık cevabı diyeyim ya da. Kolayıma geldi çünkü. Buna inanan herkesin kolayına gelir çünkü! Resmen karar verme mekanizmasını kolaylaştıran bir fikir. Uğraşma, gerek yok! Uzadı bu, bir bok olmaz! Aradan baya bir zaman geçti aslında, şöyle bir düşündüm de. Ben Korkuyu Beklerken'i  okuyalı dört beş yıl olmuş ne

Güzelliğin başımıza bela açacak aşkım!

Resim
İki sevgili, Konyaaltı sapağının oralarda bir yerlerdeler. Kuş uçmuyor, kervan geçmiyor. Akıllarınca bir doğa yürüyüşü yapalım demişler. Akıl akıl gel takıl tabi. Yapacak bir şey yok. Olmuş bir kere. On dakika, yirmi dakika bir saat derken niyeti bozuyorlar. Hadi otostop çekelim diyorlar. Burdan bir toplu taşıma aracının geçeceği yok. "Eyvallah! diyor kız. Bana uyar!" Yolun biraz ortasına doğru ilerliyor kendini gösterecek şekilde. Gene on dakika yirmi dakika bir bir saat daha...Durmuyor Allahın cezaları! Diyor ki oğlan "aşkım kusura bakma ama; bana inanmıyordun bak, çirkinsin işte ondan durmuyorlar!" Aklınca espiri yapıyor güya. Kız "peki" diyor. "O zaman şimdi de sen önden buyur! Görelim marifetini. Hadi utandır beni!" Allahın hikmeti işte! duruyor ilk gelen araba tak diye. Biniyor bu ikisi. İnecekleri yeri tarif ediyor hemen oğlan. "Tamam, merak etmeyin" diyorlar bu kez öndeki ikisi. Evet doğru anladın. Şoför mahallinin yanında bi

Burun mevzusu, derin mevzu!

Resim
Ben hiç aşık olduğum bir adamı burnuyla oynarken görmedim. Ya da denk gelmedi diyelim. Ama mesela çok hayran olduğum bir adamı Okan Bayülgen'i,  Şebnem Dönmez bu pozisyonda görmüş. Bunu da ekranda canlı yayında anlatan Okan Bayülgen'in kendisiydi. Kader ağlarını örüyor ve bi şekilde kırmızı ışıkta Okan Bayülgen ve Şebnem Dönmez yan yana geliyor. Şebnem Dönmez kafayı sağa bi çeviriyor ki ne çevirsin, Okan Bayülgen yandaki araçta direksyonun başında burnuyla oynuyor. Hadi kasmayalım doğrusunu yazalım oynamak da demeyiz ona işin aslı baya bildiğiniz "karıştırıyor". Sonra bununla kalmıyor yemeyip içmeyip tanıdığı herkesi arıyor ve kahkahalar eşliğinde "hey millet az önce ne gördüm biliyor musunuz?" sosuyla durumu halka arz ediyor. İşin en komik yanı Okan Baygülgen'in bunu ekranda  anlatma şekliydi ki dün gibi hatırlıyorum, gülmekten oturduğum koltuktan düşecektim. Diyor ki Okan "Allah seni kahretmesin geri zekalı, hiç mi işin gücün yok, yememiş içmemi

Devrimciler ölmez, göç eder sadece! Güle güle Loukanikos...

Resim
Ben ki  "bilmiyorum, tanımıyorum" kelimelerini kullanırken hayatta utanmam. Bilmiyorsak öğreniriz, tanımıyorsak tanışırız, nedir ki yani!? Utandırdı beni Loukanikos. Başımı öne eğdirdi. Ben ki el bebek gül bebek yaptığım kendi küçük dünyamda sarıp sarmaladığım (olduğundan çok büyük) olmaz iki çeşit r anlam yüklediğim bu bloğa yazı yazarken hep çok heyecanlandım, çok yürekten yazdım hatta bir gün bir arkadaşım dedi ki "Oya bloğun erkek olsa her gece ona verecekmişsin yemin ederim" Hayır bozulmadım. Duygulandım...ne güzel dedim kendi kendime. İçimdeki duyguyu geçirebiliyorum demek ki herkese. Ne var ki size bir şey itiraf edeyim mi,  ben bu klavyenin başına hiç bu kadar heyecanla oturmadım. Ellerim titreyerek, kalbim çarparak yazıyorum...duyuyor musun? Getirsene elini!...Ta şuramdan yazıyorum... Onu ilk iki gün önce instagramda Hürriyet yazarı Kanat Atkaya'nın paylaştığı bir fotoğrafta gördüm. Şöyle yazıyordu altında "güle güle yiğit Loukanikos!&qu

Bir işçi partiliyle imtihanım: Herşeyinizi gördüm...yüzünüz buruştu sizin!

Resim
Beyoğlu'nun ara sokaklarından birinde, akşam saat dokuz civarı cereyan ediyor hadise. Aslında niyetim eve dönmek, o yüzden minübüs durağına doğru ilerliyorum ama;  daha önce defalarca önünden geçip gittiğim o köşede bi an gözüme takılan o mekanı ilk defa görüyorum sanki. Hatta bence biri onu oraya o an koydu eliyle. Şaka değil, iddilalıyım! :) Neyse,  belli ki bela çağırıyor beni. Gitmesem olmaz şimdi. Giriyorum içeri, topu topu bir bira içeceğim,  onu yaparken de etrafı seyrederek sigaramı da püfürdeteceğim mümkünse. Garsona diyorum ki "sigara içilen tek alan bu ön taraf mı? "Evet ama yer var zaten" diyor. "Yok" diyorum. "Ben göremedim" İşaret parmağıyla şapkalı bir adamın oturduğu masayı gösteriyor. "E dolu işte " diyorum. Gülüyor..."İstanbullu değilsiniz galiba" diyor. Hay ağzına tüküreyim, al bir tane daha! Çok mu taşralı duruyorum lan ben! nedir yani? Ankaralıyım işte, bayağı da büyük şehir,  hemi de başkentiniz!"

Yağmadım, geldim!

Resim
Bazen sen de kafanın örümceklendiğini hissediyor musun? Ben hissediyorum...Bağzı odalar var orda, çok girip çıkmadığım.  Havasız, rutubetli bodrum katları gibi. Hadi itiraf edeyim, fareler de cirit atıyor üstelik. Hatta içlerinde bağzı namussuzlar var; na bu kadar çam yarması gibi. Hayır neyle besliyorsun orda kendini? Bir gram peynir atıyorsam önlerine allah belamı versin. Sonra kırk yılın başında kafamı uzatıp şöyle bir bakacak oluyorum, istemeye isteme. Merak işte. Halbuki yedi yaşından beri biliyorum.  Birinci sınıfta arkamda oturan Oğuz öküzünden duymuştum ilk. "Çok merak iyi değildir, insanın başına ne gelirse ya meraktan ya yaraktan gelirmiş kızıımmm" demişti. Neyse uzattım. Girdim işte dün bir tanesine. Önce biraz sağa sola bakındım, sonra yerdeki halıyı kaldırdım. Allahım ben nasıl bir pasaklıyım! Ne bulursam ittirmişim altına. Hayır üstünü örtünce onlar ordan kaybolacak mı sanıyorsun geri zekalı? Kaybolmuyor...Her şey sakladığın,  üstünü örttüğün o örtünün altında

Rüyalarda buluşuruz...

Resim
İlk gördüğüm zamanlar Üniversitesi sınavına hazırlandığım döneme  denk geliyor. Çok uzun süre neredeyse her gece aynı rüyaya yattım. Aynı rüyadan uyandım. Önümde deniz desem değil, nehir desem değil, bir su birikintisi. İçine atlayıp yüzmeye çalışıyorum ama başımı hep taşa toprağa vuruyorum. Atlarken bana çok derin görünen o su,  içine girince çekiliyor sanki....Senin anlayacağın o özlü sözdeki gibi aynen, bastığım yeri değilse de yüzdüğüm denizi kurutuyordum. Çok can sıkıcı bir hale gelmeye başlayınca hayatımda ilk defa en yakın arkadaşımın ısrarıyla psikoloğa değil de okulun rehberlik danışmanlık hizmeti veren hocasının karşısına dikildim. O meseleyi kayrayamadı başta tabi. Sandı ki "hocam ben ne okuyacağıma bir türlü karar veremiyorum, bana yardımcı olur musunuz?" diyeceğim. Ben öyle küt diye "saçma sapan bir rüya görüyorum hem de neredeyse aralıksız her gece aynısını tekrarlıyorum, ne bu şimdi?" diyince adamcağız bi kaldı tabi karşımda. Bir şey söyleyemedi u